1. Yüksek Yapılar Sempozyumu Tamamlandı
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası adına İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen 1. Yüksek Yapılar Sempozyumu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Yerleşkesi Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu`nda 4-5 Mayıs 2023 tarihlerinde gerçekleştirildi.
Sempozyum İMO Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç, Düzenleme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Nuray Aydınoğlu ve İMO İstanbul Şube Başkanı Fusun Sümer`in açılış konuşmalarıyla başladı.
Açılış konuşmalarının ardından sempozyumun birinci gününde; Fusun Sümer moderatörlüğünde Bünyamin Derman`ın "Yüksek Bina Mimarisi-Dünya ve Türkiye Uygulamaları" başlıklı sunumu, Taner Yüzgeç`in moderatörlüğünde Barış Erkuş`un "Deprem ve Rüzgar Etkisinde Yüksek Bina Taşıyıcı Sistemleri" başlıklı sunumu, Cemal Gökçe`nin moderatörlüğünde Nuray Aydınoğlu`nun "Yüksek Bina Deprem Tasarımının Esasları ve Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği" başlıklı sunumu, İMO Yönetim Kurulu Üyesi Gülsun Parlar`ın moderatörlüğünde Şeref Polat`ın "Yüksek Binaların Yapı-Deprem Tasarımına İlişkin Özel Konular ve Türkiye`nin Yüksek Bina Deneyimi" başlıklı sunumu yapıldı. Taner Yüzgeç ve Ramazan Livaoğlu`nun konuşmacı olarak katıldığı "Yapılarda Tasarım ve Uygulama Denetimi" konulu panel, Nuray Aydınoğlu moderatörlüğünde gerçekleştirildi.
Sempozyumun ikinci günü Nuray Aydınoğlu moderatörlüğünde Kutay Özaydın ve Yasin Fahjan`ın konuşmacı olarak katıldığı "Yüksek Bina Temelleri ve Depremde Yapı-Kazık-Zemin Etkileşimi" konulu panelle başladı. Sempozyumun ikinci gününde; İMO Ankara Şube Başkanı Bülent Tatlı`nın moderatörlüğünde Ender Özkan`ın "Yüksek Binalarda Rüzgar Mühendisliği ve Uygulamaları" başlıklı sunumu, İMO Yönetim Kurulu Sayman Üyesi Jale Alel`in moderatörlüğünde Serdar Selamet`in "Yüksek Binalarda Yapısal Yangın Mühendisliği" başlıklı sunumu, İMO Bursa Şube Başkanı Ülkü Küçükkayalar`ın moderatörlüğünde Erdal Şafak`ın "Yüksek Binalarda Yapı Sağlığı İzleme Sistemleri: Uygulamadaki Sorunlar ve Çözüm Önerileri" başlıklı sunumu, Erzurum Şube Başkanı Abdulkadir Orhan`ın moderatörlüğünde Onur İhtiyar`ın "Yüksek Binalarda Yapısal Olmayan Sistemlerin Tasarımı: Elektromekanik Tesisat, Asansör Sistemleri, Cephe Sistemleri, Mimari Elemanlar" başlıklı sunumu Sakarya Şube Başkanı Semih Uçar`ın moderatörlüğünde Raşit Çömlek` in "Özel Bir Yüksek Yapı Örneği: Küçük Çamlıca TV Kulesi Yapı-Deprem ve Rüzgar Tasarımı" başlıklı sunumu yapıldı.
Sempozyumun video kaydı ve sunumlar için tıklayınız. İMO Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç`in Sempozyum açılışında yaptığı konuşma:
Değerli meslektaşlarım, Değerli hocalarım, Saygıdeğer konuklar,
Hepinizi Yönetim Kurulu adına saygıyla selamlıyorum.
Öncelikle 6 Şubat Kahramanmaraş Depremlerinde hayatını kaybeden on binlerce yurttaşımızın anısı önünde saygıyla eğiliyor, tüm ülkeye İnşaat Mühendisleri Odası adına bir kez daha baş sağlığı diliyorum. Herkes gibi bizim de dileğimiz böylesi afetlerle bir daha karşılaşmamak. Ancak bu işler temenni etmekle olmuyor. Doğa olaylarının felakete dönüşmemesi için söylenecek söz kalmadı artık. Yapılacaklar belli, izlenecek politikalar belli, nasıl yapılacağının yöntemleri belli. Üstelik yıllardan bu yana belli. Dileğimiz bundan sonra meselelerin üzerine kararlılıkla gidecek kadroların iş başına gelmesidir artık.
Değerli meslektaşlarım, Yönetim Kurulumuz dönem başında yapılacak olan teknik etkinlikleri programlarken, Odamızda ilk defa gerçekleştirilecek olan Yüksek Yapılar Sempozyumuna özel bir önem vermiştir. Çünkü Yüksek Yapılar özellikle gökdelen tarzı binalar istesek de istemesek de tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Dolayısıyla planlamasından inşasına kadar tüm süreçlerde karmaşık mühendislik problemlerini içeren bu tür yapıların tüm yönleriyle değerlendirilmesinin gerek meslektaşlarımıza gerekse bilim camiasına çok şeyler katacağına inandık.
Bu amaçla Sempozyumun hayata geçmesini sağlayan başta Prof. Dr. Nuray Aydınoğlu hocam olmak üzere tüm Düzenleme Kuruluna, İstanbul Şubemize ve kıymetli emekçilerine çok çok teşekkür ediyor, ayrıca yapacakları sunumlar ile çalışmalarını, düşüncelerini bizimle paylaşacak olan tüm katılımcılara ayrı ayrı şükranlarımı sunuyorum.
Değerli meslektaşlarım, Gökler tarih boyunca insanoğlunun en büyük tutkusu olagelmiştir. İlk zamanlar başı dumanlı ihtişamlı dağların tanrıların mekanı olduğuna inanılmış, yüksek olan şeyler kutsal olarak değerlendirilmiş ve destansı olmuştur hep.
Zamanla insanoğlu kendi yaptığı yapıların topluluklar üzerinde daha büyük etkiler yarattığını keşfetmiş ve yapı ne kadar yüksek ve gösterişli ise o kadar kutsiyet atfedileceğinin farkına varmıştır. Tanrıların yeryüzündeki yansıması olan, kimi zaman kralların kimi zaman din adamlarının ve çoğu zaman her ikisinin birden gücünün ve ihtişamının simgesi olmuşlardır.
Her ne kadar Babil Kulesi, İskenderiye Feneri gibi yapılar günümüze kadar varlıklarını koruyamamışsa da Mısırdaki Giza Piramidi 146 metre yüksekliği ile 4000 yıldan fazla bir zaman için dünyanın en yüksek yapısı olma rekorunu elinde tutmuştur. Sonraları da gökyüzüne ulaşmayı amaçlarcasına şekillenen cami, katedral gibi dini yapılar ortaya çıkmıştır. Bu göğe uzanış olgusu en iyi, 14. yüzyılda başlayıp 19. yüzyılın sonunda tamamlanan ve 162 metre yüksekliğe çıkan Almanya`daki Ulm katedralinde hissedebilir.
Endüstri devrimi 19. yüzyıl boyunca köklü değişikliklere yol açmıştır. Bu değişim sadece mühendislik alanındaki gelişmeler ve yeni malzemelerin yarattığı imkanlar boyutunda kalmamış, aynı zamanda yapıların simgesel anlamlarında da yaşanmıştır. Artık yüksek yapılar feodal düzen yerine, modern dünyanın, sanayinin, üretimin, ticaretin yani topyekûn kapitalist sistemin gücünün ve ihtişamının simgesi haline gelmiştir. 2. Dünya savaşına kadar kapitalist dünyanın yeni gücü Amerika Birleşik Devletleri`nin önemli simgesi olan gökdelenlere karşılık, savaş sonrası kendi gücünü göstermek isteyen Sovyet coğrafyasında da yüksek yapılar boy göstermeye başlamıştır.
Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru neoliberal düzen ve post modern kültür tüm dünyada yaygınlaşırken yüksek yapıların simgesel değerleri farklılaşarak daha ön plana çıkmıştır. Artık yeni kutsal, sınırsız ve sorumsuz ticaret ve finans sermayesidir.
Müslüman dünyanın en kutsal yeri kabul edilen Mekke`deki Kabe`nin hemen yanı başına yeni dünya düzeninin yeni kutsalı olduğunu ilan edercesine 601 m yükseklikle dünyanın 3. yüksek binası Ebrac El Beyt inşa edilmiştir mesela...
Bugün 828 m yükseklik ile dünyanın en yüksek yapısı olma özelliğini taşıyan Dubai`deki Burc Halife binası kısa bir süre sonra, inşası hala devam etmekte olan ve yüksekliği 1000 m`yi geçeceği söylenen Cidde Kulesine rekorunu kaptırmak üzeredir.
Değerli meslektaşlarım, İlk zamanlar sınırlı yükselebilen yapılar, daha sonraları bina üretiminde yapısal çeliğin uygulanmaya başlaması, betonarmenin keşfi ve zamanla kalitesinin yükselmesi, yeni malzemeler ile taşıyıcı kesitlerinin küçülmesi ve faydalı kat alanının artması, yükseklere beton taşıyabilen pompaların ve tırmanır kalıpların bulunması, asansörlerin hızlarının artması, yangın güvenliğinin gelişmesi, havalandırma sisteminin binaya yayılması gibi teknik gelişmeler ile olabildiğince yükselmişlerdir.
Ayrıca kentin merkezinde yer almak isteyen şirketlerin prestij, reklam ve imaj mekanları arayışında yüksek yapılara yönelmeleri de özellikle son yüzyılda yüksek yapıların gelişimini etkileyen en önemli nedenler haline gelmiştir.
Fakat bina yüksekliği veya kat sayısına bağlı olarak genel kabul görmüş bir "yüksek yapı" tanımı günümüzde mevcut değildir.
Yüksek binalarla ilgili uluslararası bir araştırma ve yayın kuruluşu olan Yüksek Bina ve Kentsel Yaşam Alanı Konseyi, yüksek bina kavramının mutlak bir tanımlaması olmadığını, bazı kriterlere göre tarif edilebileceğini öne sürmektedir.
1. Çevre dokusu: Yükseklik, sadece niceliksel bir değer olmayıp, yapının bulunduğu çevre dokusuyla yakından ilişkili bir değerdir. Örneğin; depremselliği yüksek olan Japonya`da 45 metreyi aşan binalar yüksek olarak adlandırılarak dinamik hesapla birlikte özel tasarım önlemleri alınırken, coğrafyası nedeniyle farklılaşan başka ülkelerde bu yükseklik değeri değişmektedir.
Ya da 20 katlı bir yapı Amerika Birleşik Devletleri`nin öne çıkmış şehirlerinde yüksek olarak düşünülmezken, Avrupa`nın dokusunu muhafaza etmiş herhangi bir şehrinde yüksek olarak nitelendirilmektedir.
2. Oran: Yapı yüksekliğinin taban alanına oranıdır. Bu oran arttıkça yapının narinliği artar. Dünyanın çeşitli yerlerinde çok yüksek sayılamayacak, ancak çok narin görünümlü binalar bulunmaktadır.
3. Yüksek bina teknolojileri: Yüksek yapılar strüktürel yapısında, inşa süreçlerinde ve işletmesinde ileri teknolojilere ihtiyaç duyar. Bu özellik de yüksek yapıları diğer yapılardan ayırt eden özelliklerden biri olarak kabul edilir.
Sonuçta kısaca değerlendirilecek olursa; yüksek binalar çevresine göre değerlendirildiğinde farklılaşan, sahip olduğu tasarım kriterleri ile daha detaylı süreçler gerektiren, yönetmeliklerce detaylı dinamik analize tabi tutulan büyük bir yapısal organizma olarak tanımlanabilir.
Değerli meslektaşlarım, Peki yüksek yapılar tek başına bir varlık mıdır? Şehirle ve kent sosyolojisi ile nasıl etkileşmektedir?
Yüksek yapılar güneş ışınlarını kırarak çevresinde geniş gölgeler oluşturmaktadır. Bu durum ise, gölgede kalan binaların ışık, sıcaklık derecesi ve güneşten faydalanma kabiliyetini özellikle kış mevsimleri için etkilemektedir. Yüksek Yapılar kentsel ısı adalarının oluşumunu artırmaktadır. Bunun sonucu kentsel ısınma ve meteorolojik etkiler artmaktadır. Yüksek Yapılar yakınlarında rüzgar akışının istenmeyen seviyede yoğunlaşmasına sebebiyet verirken, diğer yandan kentsel hakim rüzgarları engelleyebilmektedir. Yerleşik kentsel alanlarda yapılan Yüksek Yapılar mevcut altyapıya çok büyük yükler getirmekte ve yanı sıra trafik yoğunlaşmasına ve sıkışıklıklara sebep olmaktadır.
Kaldı ki sadece bu da değil, kentlerin tarihsel ve sosyal dokusunu da etkilemektedir.
İnsanlar "marka şehirler", "marka yaşam tarzı" adı altında, bir gökdelende bulunan evinden çıkıp, bir başka gökdelendeki işyerlerine gitmektedir. Hemen yanı başındaki gökdelenin AVM`sinden alışveriş yapıp yemeklerini yemekte, sporunu kendi rezidansının spor salonunda yapmakta, akşamları dokunamadıkları, yaşayamadıkları şehre tepeden bakan manzara ile izole hayatlarına anlam kazandırmaya çalışmaktadır.
Yeni dünya düzeni, kent rantının maksimum düzeyde kullanılabilmesi için yüksek yapılara hapsolmuş "marka" olarak pazarlanan yeni bir yaşam biçimini dayatmaktadır. Yeni marka şehirlerin yeni sakinlerine bu yaşam biçimini sunabilmek içinse, mevcut kent sakinlerinin bin bir gerekçe ve yöntem ile yerinden edilmesi gerekmektedir. Ne yazık ki, bunda da başarısız kaldıklarını söyleyemeyiz.
Değerli meslektaşlarım, 1965 yılında Ankara Kızılay`da yapılan 24 katlı ve 76 m yüksekliğindeki Emek İşhanı`nın Türkiye`nin ilk gökdeleni olduğu kabul edilir. Ankara modern yüzünü ve yapabilirliğini dünyaya göstermek istemiştir. Fakat sonraki on yıllarda Ankara`daki 70 m`den yüksek binaların yapılma dönemlerine bakarsak; 1965 yılından 2000 yılına kadar yapılan yüksek binaların oranı %32 iken, 2000-2020 aralığında yapılanların oranı %68`dir. Üstelik %48`lik oranla 2010 sonrası dönem rekor kırmıştır. Benzer oranların İstanbul için de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 27 Ocak 2017`de Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca düzenlenen Şehircilik Şurası`nın açılışında yaptığı konuşmasında şehircilikle ilgili şu düşüncelerini kamuoyu ile paylaştı;
"…Ben dikey mimariden yana değilim, ben yatay mimariden yanayım. İnsan topraktan uzak değil, toprağa yakın olarak yaşamalıdır. Bugünün Türkiye`si böyle bir çirkinliği asla hak etmiyor. Dikey mimarinin altında yatan gerçek, az topraktan çok para kazanmaktır. Yapılan iş budur.
… Sadece beton, demir, tuğla yığınlarından oluşan o çirkin yapılar, bırakın şehirlerimizi, yaylalarımızı, kıyılarımızı dahi işgal etmeye başlamıştır. Karadeniz`in o güzel yaylalarında, Ege`nin, Akdeniz`in kimi kıyı bölgelerinde gördüğüm çirkinliklerden çok derin üzüntü duyuyorum.
… Şehirlerimiz kentsel dönüşüm projeleri ile gecekondu tarzı yapıların istilalarından kurtarılırken, şahsiyetsiz mimari ekollerin pençesine de itilmemelidir." demektedir.
Sayın Cumhurbaşkanı`nın bu sözleri; şehirleşmede gelinen bu noktanın kendilerinin eseri olmadığını mı(!) yoksa sorumlusu olarak bir özeleştiriyi mi ifade etmektedir? Rakamlar belki anlamamıza yardımcı olabilir!
İstanbul`da Bina-Daire Sayısı oranlarına baktığımızda 2002 yılında 4-6 katlı binalardaki oran (yapı ruhsatı verilerine göre) %62,3 iken 2020`de %49,8`e düşmüştür. 10 kat ve üzeri binalardaki Bina-Daire Sayısı oranlarına baktığımızda 2002 yılında %6 olan oran 2020`de %30`a yükselmiştir. Üstelik 2017 yılından itibaren yani bu konuşmanın yapıldığı yıldan bu yana artış hızında hiçbir değişiklik olmamıştır. Aynı durum ülke geneli için de geçerlidir. 10 kat ve üzeri binalardaki Bina-Daire Sayısı oranları ülke genelinde 2002-2020 yıllarında %8,4`den %20,8`e yükselmiştir.
10 katlı yapılar mevzuatımız gereği yüksek yapı olarak tanımlanmamaktadır. Deprem Yönetmeliği 70 m ve üzeri olan yapıları yüksek yapı olarak sınıflandırmaktadır. Yani 20-22 kata kadar olanlar bu sınıflandırmaya dahil olmamaktadır. Yükseklik kavramının göreli olduğunu sözlerimin başında ifade etmiştim. Bu göreliliğe ülkemizdeki yapı üretim süreçlerinin çarpıklığı da eklenince sanırım biraz daha düşünmek gerekiyor.
6 Şubat Depremleri bir yanıyla beklendiği gibi riskli yapı stokumuzu açığa çıkarırken, diğer yanıyla umulmadık bir şekilde yeni ve çok katlı yapılarda büyük hasarlara ve yıkımlara sebebiyet verdi.
Hepimiz biliyoruz ki, yıkımlar büyük bir çoğunlukla tek bir sebepten kaynaklanmaz. Ne tek başına malzeme sorunu ne tek başına işçilik kusurları ne yapıda düzensizlik veya zemin parametreleri ne de tasarım kriter ve kabulleri… (Kaçak yapılmış ya da imar affından yararlanmış, sonradan müdahale görmüş yapılar zaten değerlendirme dışı) Yıkımların sebebi bunların bir ya da birkaç tanesinin bir araya gelmesiyle gerçekleşmekte. Hal böyle olunca kusurların bir araya gelmesinin sebepleri gayrı ihtiyari dikkatleri üzerine çekmektedir. Dolayısıyla imarından mimarisine, etüdünden projesine, inşasından denetimine, malzemesinden yönetimine kadar olan tüm yapı üretim süreçlerimizin çarpıklığı ortaya çıkmaktadır.
Bu çarpıklık giderilmeden, yapı yüksekliği ne olursa olsun yapılan her yapı risk taşır. Kentlerdeki rant düzeni değişmeden de yapılardaki yükselme talebini kırmak mümkün değildir.
Anlatmak istediğim yüksek yapıyı beceremiyorsak yapmayalım değildir.
Tam tersine Türkiye`deki nitelikli teknik gücün 70 m üzeri yüksek yapıların tasarım ve inşa süreçlerinin gerektirdiği mühendislik hizmetlerini karşılayabileceğinden şüphemiz yoktur. Hatta yatırımcıların bu türlü karmaşık yapıların inşasına daha özen gösterip, bilimin gereklerine saygı duyacağını da düşünürüz.
Peki ya 70 metrenin hemen altındakiler? Yapı yükseklikleri kentsel rant zorlamasıyla sürekli artarken ve buna karşılık her kat artışında dinamik yükler altındaki riskleri de artan binaların yapı üretim kalitesi artmıyor tam tersine düşüyorsa ne yapacağız? Bu durumun yapı tekniğiyle ilgisi yok diyebiliriz! Duyarlı bir iktidarın sistemsel çözümler getirmesini bekleyebiliriz!
Çok katlı yapıların yaygın bir imar uygulaması haline gelmesinin şehirleşme ve sosyal yaşam açısından pek çok sorunu barındırdığını biliyor ve söylüyoruz. Ancak yapı güvenliği açısından da sorun olmaması için yapı üretim süreçlerinin düzeltilmesinin yanı sıra belli oranda maliyet artışlarının göze alınarak ilave teknik tedbirlerin alınması ve şartnamelere eklenmesi gerektiğini de vurgulamak gerekiyor. Çünkü on yılların oluşturduğu bu çarpık inşaat düzeninin bir anda değişmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır.
Değerli meslektaşlarım,Sempozyumun muhtevası bahsettiğim konulardan farklı olmakla birlikte en az onlar kadar önemli. Dolayısıyla konuşmamı da daha fazla uzatmayıp sözlerimi burada sonlandırırken emeği geçen herkese tekrar teşekkür ediyor, hepinize saygılar sunuyorum. |